Beck’le bizi kaptan!
Damon Albarn, Josh Homme, Jack White ve Beck gibi müzisyenleri zamanında dinleyebildiğimiz için kendimizi şanslı kabul etmeliyiz. Tabii ki, bu listeyi uzatmak mümkün, ama bu dört ismi, bir arada zikretmek bu satırların yazarının hoşuna gidiyor. Konuyu dördü üzerinden anlatmak istemesini mazur görünüz. Bu dört isim de onları ilk kez tanımamıza vesile olan hallerinde hem çok uzak hem de hâlâ o sularda yüzüyor. Dördü de sürekli yeni bir şeyler yapma peşinde. Kendi adlarına yaptıkları işler, başka sanatçılara yaptıkları prodüksiyonlar, verdikleri şarkılar, işbirlikleri... Damon Albarn, bir bakıyorsunuz Malili müzisyenleri tanıştırıyor bizle. Josh Homme, bir bakıyorsunuz Iggy Pop’a albüm yapıyor, sanki bir rock yıldızı değilmişçesine punk abidesi Pop’un arkasında çalıyor. Arctic Monkeys’e yol gösteriyor. Jack White, bir bakıyorsunuz tozdan topraktan kendini kaybetmiş kayıtları buluyor, onları kendi plak şirketinden piyasaya sürüyor,Wanda Jackson gibi bir müzik kutusu kahramanına albüm yapıyor. Ve tabii bu satırların esas sebebi Beck, bir ‘kaybeden’ marşını 90’lara armağan ettikten sonra müzikte bir oraya bir buraya zıplıyor, her bastığı zeminden batmadan çıkıyor.
Beck, yani Beck Hansen, yani Bek David Campbell, 1970 doğumlu. Yani 49 yaşında, üç vakte kadar 50 olacak. Ve evet, yaşını belli etmiyor. Bunun tıpkı Tom Cruise gibi, o derece bir ‘vitrin güzeli’ edasıyla olmasa da, Beck’in de Scientology ile alakalı olmasına bağlayabiliriz - eğer canımız bu tip bağlar kurmak isterse. İstemiyorsa, direkt bunu pas geçip yolumuza devam edebiliriz. Beck, seneye 50 yaşında, ve kariyeri sayısız başarıyla dolu. Bir dakika bir dakika, şimdi bunu da Scientology’ye bağlamak geçebilir akıldan. Parçaları birleştirme içgüdüsüyle. Ama yapmayalım. Beck iyi müzik yapıyor. Hakkını teslim etmekten geri durmak olmaz. Beck’in genlerinde sanat var. Klişe tabir, fakat Beck özelinde fazlasıyla doğru. Dedesi, Fluxus hareketinin neferlerinden. Babası bir müzisyen. Annesi Andy Warhol’un fabrika adıyla anılan ortamının insanlarından. Beck, istemese de sanatla alakalı bir şeylere bulaşacakmış, doğar doğmaz belli olmuş. Ama o önce bir okulu bırakayım demiş. Ardından şu filmlerde gördüğümüz, Jack Kerouc’ın izinden giderek ülkeyi bir baştan başa dolaşma işine bulaşmış. 18’inde otobüsle Amerika’yı gezmiş. Ne Into the Wild (Yabana Doğru) cinsi bir sonu kötü biten ‘serüven’ yaşamış, ne de Che gibi gördüklerinden hareketle devrim yollarına düşmüş. Ama Beck de faydasını görmüş bu şahsi serüveninin.
Zamanın ruhunu kıskıvrak yakalayan “Loser” gibi her müzisyene kısmet olmayacak bir başlangıcın arkasını getirmek güç. 27 sene olmak üzere “Loser” yayımlanalı. Şarkı hâlâ bir mana ifade ediyor, Beck hâlâ burada. O başlangıcın arkasını gayet güzel getirdiğini de gördük, duyduk, dinledik. Tuhaf folk şarkıları, elektronik güzellikler, soul’a caza göz kırpıp pas atan şarkılar, yürek teli titreten akustik nağmeler derken 30 seneye yakın bir zaman Beck adı, ‘bakalım bu sefer ne yapmış?’ merakını uyandırma kapasitesini hiç kaybetmeden kulağımızda oldu. Bir albümünü sadece notalarıyla piyasaya çıkardı, nota okumayana işleri zorlaştırdı. Serge Gainsbourg kızı Charlotte’a prodüktörlük yaptı, Eternal Sunshine of the Spotless Mind’a gönül veren sinemasever bünyeleri “Everybody’s Got to Learn Sometime” yorumuyla mest etti. Evet, bir cover o şarkı. Neyse efendim, burayı bir Wikipedia sayfasına çevirmeden duralım. Duralım ama her daim güzel ve ‘yeni keşif’ hissi baki Beck diskografisini de ihmal etmeyin sakın demeyi unutmayalım. Ne yapacakmışız? Evet, unutmayacakmışız. Şimdi son düzlüğe adım atalım.
2010’lu yıllara üç stüdyo albümü sığdırdı Beck. 2014’te ödüllere doymayan, güzeller güzeli “Morning Phase”i yaptı. Grammy töreninde Kanye West’ten buram buram kibir kokan bir papara yedi. Neymiş efendim, Beyoncé dururken Beck de kimmiş, niye Grammy alıyormuş! Sen misin bunu diyen misali, Beck’in bir sonraki stüdyo albümü “Colors” pop sularına açıldı açılabildiği kadar. Renkli, uçarı, hafif şarkılar. ‘Her zamanki Beck kalitesi ve güvencesiyle’ tabii. Siz bu satırları okurken dijital platformlarda yerini almış olacak “Hyperspace” ise Beck’in “Colors”taki pop hissiyatıyla, renkleriyle “Morning Phase”deki hüznünü (bir klişe gelsi) bir potada erittiği albüm olarak anılacak. Uzun zamandır birlikte çalışmak istediği bay ‘Happy’ Pharrell Williams ile nihayet “Hyperspace”de çalışabilmiş Beck. Neon ışıklar altında usulca karanlığa meyleden şarkılar yazmışlar. Sonsuz hiçlik, hiçbir şeyin olmadığı günler, karanlık yerler... Depresif değil, ama olabilirmiş de dedirten şarkılar. Beck usûlü bir renk paletinden çıkma modern, alternatif pop tablolar. “Hyperspace”e çıkarken bizi de Beck’le kaptan!
Yorumlar