Kuzeyden gelen ‘rüya kız’



Lilyhammer’ı izlemiş miydiniz? Hani şu başrolünde Bruce Springsteen’in ayrılmaz parçası E Street bandosunun gitaristi Steven Van Zandt’ın oynadığı dizi. Van Zandt’ı The Sopranos’tan da hatırlıyorsunuzdur muhtemelen, Tony Soprano’nun her daim yanındaki Silvio Dante rolündeydi. Lilyhammer dizisi, Norveç’in Lillehammer kentinde geçiyordu, Steven Van Zandt da kendine yeni bir hayat kurmaya çalışan New York mafyasından bir zat-ı kanunsuzu canlandırıyordu. Lillehammer kenti, bu dizi dışında, bir de Anna of the North hakkındaki okuyacağınız neredeyse her metinde mutlaka geçiyor. Zira, Anna Lotterud (Anna of the North adıyla tanıyoruz kendisini, evet), Lillehammer kentine çok yakın bir yerde, Gjøvik’te doğmuş.



Sanatçı biyografilerinde küçük yaşta müziğe ilgi duymak ve aile için birtakım irili ufaklı sorunların etkisi sıklıkla geçer. Bir şekilde geçmişten bir yükle gelindiği ima edilir. Gjøvikli Anna Lotterud, bu bir bakıma klişe olarak tanımlayabileceğimiz şeye ancak yarı yarıya sahip. Müzisyen bir baba, evde hazır bulunan bir ev stüdyosu, küçük yaşta müziğe alaka göstermesini sağlıyor. Bu kısım tamam. Fakat, bizzat verdiği röportajlardan öğreniyoruz ki, Anne mutlu bir çocukluk geçiriyor. Tek sorun, doğduğu küçük şehir. Bu durumda, tıpkı bir Bruce Springsteen şarkısında (yazı boşuna patron Bruce ile başlamadı) olacağı gibi, yaşı evden uzaklaşmaya kafi geldiği an, kendini Oslo’ya atıyor. Grafik tasarım okuyor, ufak tefek işlerde çalışıyor, gönlünü kaptırıyor, kalbi kırılıyor. Bir gün çalıştığı dükkana gelen bir kadın, ondaki ‘potansiyeli’ görüyor, seyahat etmeli, başka yerleri görmelisin, bu şehre saplanıp kalmamalısın diyor. Alice’i peşine takıp harikalar diyarına gidişi teşvik eden tavşan gibi ‘geç kaldım’ da diyor muydu bu hanımefendi bilmiyoruz. Ama dediyse şaşırmazdık.

Anne Lotterud, bir Kuzeyli olarak, dünyanın diğer ucuna, güney yarım küreye, kanguruların ağaçlarına sarılmış koalalara hiç yüz vermediği diyara tek-gidiş bir bilet alıyor. Melbourne’e yerleşiyor, Brady Daniell-Smith ile tanışıyor ve Anna of the North ortaya çıkıyor. Bu farklı coğrafyalar vurgusunu iyice kuvvetlendirmek için, Brady’nin de Yeni Zelandalı olduğu notunu da düşelim. “Sway” 2014’te, ilk Anna of the North şarkısı olarak piyasaya çıkıyor, The Chainsmokers’ın remiksleyeceği derecede alaka görüyor. Ardından Avrupa’ya konserler vesilesiyle geri dönüş, ve ilk stüdyo albümü “Lovers geliyor. Muhtelif cihazların takvimlerindeki yıl hanesinde 2017 yazıyor.

Anna, modern bir müzik yapıyor. Prodüksiyon anlamında. Seneler evvel, kendi şarkılarını söyleyen kadınlar, genellikle ellerinde gitarlarıyla folk olarak tanımladığımız formda karşımıza çıkardı. Çağ değişti, elektronik müzik saflarında düşünülebilecek, pop taradfı kuvvetli, fakat kendi kimliklerini de açıkça ibraz eden şarkılarla çıkıyorlar karşımıza. Anna da onlardan biri. Lana Del Rey ile aşina olduğumuz tonlarla, indie camiasının uzmanlaştığı uyku ile uyanıklık arasında görülen düşlere nazire yaparcasına tınlayan dream pop işler arasından sesini uzatıyor. Minyatür elektronik dokunuşlar, kulak yakalayan vokaller de yanında hediyesi. Yine çağ değişti diyerek bir cümleye daha başlayalım, bu zamane kadın şarkıcıları, kalbimi kırdın, beni çok üzdün harap oldum, bittim demiyor. Harap oldum ama bunu şarkılarıma konu ettim, seninle olanları bir kenara koydum yoluma devam ettim diyor. Hem kişisel, hem de genele hitap eden bir duygu ile ortaklık kuruyorlar dinleyicileriyle. Anna da onlardan biri.

“Günümüzde kadın olmanın ne demek olduğu, romantik ilişkilerin sizin kim olduğunuzu tanımlamayacağı, esas önemli mevzunun kendi ayaklarınız üzerinde durmak (olduğu)”. 25 Ekim’de çıkan yeni albümü “Dream Girl”ün bu konular üzerine bir keşif ekibi misali şarkılardan oluştuğunu söylüyor ‘kuzeyli’ Anna. Ve tabii bunları kolayca dinleyeceğimiz melodilere sığdırıyor. İngilizce bilmeden de ‘duygusunu’ derhal alacağınız şarkılara konu ediyor. “Dream Girl”de görüşmek üzere, Norveç soğundan, koalalardan, kalbi mevzulardan ve iyi müzikten sevgiler.

Yorumlar