Oxford İngilizcesi
2008 senesini nasıl hatırlıyorsunuz?
Acı - tatlı birkaç an, bir iki anı aklınıza düşüverdi mi şimdi, bir çırpıda?
Muhtemelen düşmüştür. Neydi onlar, neler olmuştu hayatlarımızda onlar hazır akla düşmüşken dursun bir kenarda. O sene ilk kez dinlediğimiz, ve bugün hâlâ müzik dünyasının baş aktörleri arasındaki isimlerden bahsedelim. Zira konuyu oraya bağlamaktır niyeti bu ilk paragrafın. Kimlerle tanışmıştık o sene? Mesela Lady Gaga ilk albümünü yayımlamıştı. Adele’in eşsiz sesiyle o sene tanımıştık büyük ölçüde. Fleet Foxes’ın huşu ihtiva eden tınılarıyla, Lykke Li’nin yeteneğiyle, Laura Marling’in besteleriyle, Bon Iver’in modern kalp ağrılarıyla, Alex Turner ve Miles Kane’in The Last Shadow Puppets aracılığıyla yakaladığı uyumla 2008’de tanışmıştık. Indie camiasını MGMT ve Vampire Weekend, övgüden övgüye koşan ilk albümleriyle uçurmaktaydı. İngiliz topraklarının en Oxford mıntıkasından bir beşli de Foals adı altında yine o sene girmişti radarımıza.
Bir tarafıyla klasik manada rock grubu düzeninde faaliyet gösteren, teknik maharetleri yüksek, enstrümanlarına gayet hakim müzisyenlerden kurulu bir gruptu Foals. Diğer tarafıylaysa elektronik müziğin prodüktörlerine nazire yaparcasına kurgulanmış ritimlerle, ‘riff’lerle bezeli şarkılarıyla sizi kapsama alanına dahil eder etmez dans ettirecek, en kötü ihtimalle hafif doz hipnoz halinde tempo tutturacak bir gruptu. Şarkı sözleri kısa, net dizelerden ibaretti. Fakat o kısa dizeler farklı okumalara müsait anlamlarda geziniyordu.
The Rapture ve Franz Ferdinand’ın 2000’lerin hemen başında, Bloc Party’nin de biraz sonrasında yakaladığı dans ettiren rock tadıyla, math-rock adı uygun görülmüş, beklenmedik ritim değişiklikleri, beklenmedik notalarla örülmüş kulağa önce karışık gelen, ama itinayla dinlendiğinde açıldıkça açılan müzikler arası bir yerden yelken açmıştı Foals. Gitarı yukarıda asılı müzisyenlerdi Foals’cular. Ki bilirsiniz, gitarı yukarıda asılı müzisyenlerde hep bir çok teknik çalma eğilimi ve gitarı yukarıda (burada yukarıdadan kasıt, dize yakın değil de çeneye yakın seviyeler) tutarak bunu gösterme isteği içindedir. Foals da bu tanıma uygundu.
Kaşla göz arasında rave partisiyle rock konseri arasında gidip gelen sahne performanslarıyla da dikkat çekiyorlardı. İlk albüm “Antidotes”u yapan beşlinin en dikkat çekeni vokali de üstlenen Yannis Philippakis’ti. Saç ve sakaldan hipster tabirinin yerleşmesine vesile olan klişe görünüme uygun, kökleri komşu ülke Yunanistan ile pek komşu olmasak da yerini haritada herhalde rahatlıkla gösterebileceğimiz Güney Afrika Cumhuriyeti’nde olan bu genç adam, Foals’un vitriniydi. İnatçı, zaman zaman ukala, sıklıkla sözünü esirgemeyen bir mizaca sahip oluşu lehine işliyordu. Sahnede ne yapacağı belli olmayan (mesela güvenlik görevlisine tekme atabilir, gitarını seyirciye fırlatabilir vesaire vesaire), konser sonrası sabahı nerede ettiğini hatırlayamayacak kadar eğlenebilen, Spotify’ın sanatçılara yaptığı telif hakkı ödemelerini bir restoranda yemek yiyip hesaba ödemeden kalkan, dalga geçer gibi de bir iki kuruş bahşiş bırakan müşteriye benzetecek kadar dobra bir adam. Vitrinde olması, haliyle doğal bir sonuçtu.
Foals’la alakadar olmuş okuyucularımız Yannis’in adını kuvvetle muhtemel biliyordur. Fakat yine kuvvetle muhtemel diğer dört Foals elemanının isimleri o kadar kolay gelmiyordur dilinizin ucuna. Bu vesileyle hemen sayalım: Vurmalı çalgılarda Jack Bevan, gitarda Jimmy Smith, tuşlu çalgılarda Edwin Congreave ve bas gitarda Walter Gervers.
İkinci albümleri “Total Life Forever” ve üçüncü albümleri “Holy Fire”, beş senelik bir süre zarfında kendilerine özgü kılmayı başardıkları Foals sound’unu güzelce yerli yerine oturttukları işlerdi. Daha çok alaka gördüler, daha çok övüldüler. Ödüllendirildiler. O arada bir de nereye gitseniz çaldığına denk geleceğiniz bir hit çıkardılar, “you don’t have my number, we don’t need each other now...” evet o şarkı, yani “My Number”.
Foals’un hikayesinin devamı başarılı fakat bir nebze rölantide devam etti. O ‘zıpkın gibi’ beş senenin devamında çalmadık festival, içkisini tatmadıkları bar bırakmadılar. 2015’te “What Went Down” çıktı. Bir dördüncü albüm sendromundan bahsedilmez müzik dünyasında, ekseriyetle sendromu ikinci albüme yıkarlar. Fakat belki Foals’un hikayesinde sendromun hakkını dördüncü albümleri “What Went Down”a vermeli. Zira dört dörtlük bir albüm de olsa, önceki senelerde gördükleri alkış kıyameti görmediler pek bu albümle. Yine de “Mountain At My Gates” ve “What Went Down” her müzisyenin hayalini kuracağı dinlenme sayılarını ulaştı.
2019, uzunca bir aradan sonra yeni Foals şarkıları dinleyeceğimiz sene olacak. Üstelik bir değil iki albüm gelecek Oxford dolaylarından. “Everything Not Saved Will Be Lost – Part 1” çıktı, Part 2 ise sonbahar gibi çıkacak. Foals cephesinde değişim de mevzubahis bu kez. 2008’den bu yana ilk kez beş değil dört kişiden oluşuyor grup. Bas gitarist... Neydi adı bas gitaristin? Yukarıdan kopya çekmek yok! Ah, ama hiç dikkatli okumuyorsunuz...
Neyse, bas gitarist Walter Gervers gruptan ayrıldı. Bas gitar işlerini diğer eli gitar tutan elemanları kendi aralarında paylaşarak kaydetmiş, ‘kaydedilmeyen her şey kaybolmaya mahkum’ minvalinde bir isme sahip olan yeni Foals albümünde. Film gibi klibiyle “Exits” albümden kulağımıza çalınan ilk şarkıydı. Foals’un hem teknik anlamda müzisyenlik kabiliyetlerini, hem prodüksiyon sürecinde mevzuya kafa patlattıklarını belli eden kimliklerini hem de Yannis’in katmanlı vokalini işittiğimiz bir şarkı “Exits”. Güzel bir şeyler geliyor hissi veren şarkılardan. Bu satırlar yazılırken de “On The Luna” adlı ikinci bir şarkı teşrif etti albümden. Bu kez katmanları pop hit’i coğrafyasına daha yakın yerlerde kuran Foals şarkılarından biriyle karşılaştık. Velhasılıkelam merakla beklemeye değer bir şeyler geliyor bize doğru. Tetikte olmakta fayda, Oxford İngilizcemizi geliştirmekte hayır var.
Yorumlar