Bir kez daha, Bu kez daha duygulu
“Size şu kadarını söyleyeyim: Şayet şu anda, tam arkamda beni hedefleyen bir balta olsaydı, kendimi o gün hissettiğimden daha savunmasız hissedemezdim.”
Ve Eşek Meleği Gördü, Nick Cave
Nick ve Arthur, 20,000 Days On Earth'ten |
22 Eylül 1957, Melbourne’ün 330 km kuzey batısındaki, çıkardığı rugby oyuncuları dışında genellikle adı sanı pek geçmeyen küçüklükteki Warracknabeal kasabasında doğdu Nicholas Edward Cave. Öğretmen bir baba, iki erkek ve bir kız kardeş, kilisenin kapsama alanının dışına taşmayan bir çocuklukla başladı hayatının ilk yılları. Kilise korosu, edebiyat ve Anglikanizm çerçeveler o günleri. Bugün Nick Cave’e dair bildiğimiz şeylerin temeli o günlerin bu çerçevesine dayanır. 12 yaşındayken babasının Nick’i karşısına alıp “insalık için ne yaptın?” diye sorduğu anlatılır, Nick’in cevabı bir soruyla verdiği: “Sen ne yaptın baba?”
13’ünde okuldan uzaklaştırılır, bir kız öğrenciye uygunsuz görülen hareketi yüzünden. Kanguru diyarının meşhur ‘kanunsuz’u Ned Kelly’ye duyduğu hayranlık ona yaşına göre ‘olmadık’ şeyler yapma cesareti verir. Melbourne’de bir yatılı okula gönderilir ailesi tarafından. 70’lerin sonu gelmiş, punk hareketinin ucu Avustralya’ya da uzanmıştır. O da tabii ki dışında kalmaz bunun. Hem müzikal anlamda, hem de kendini tam ortasına bıraktığı hayat anlamında. Öyle ki babasının ölüm haberini nezarethanede alır, kefaletle çıkarılmayı beklerken. En kıdemli ‘Bad Seed’lerden Mick Harvey’i de kadrosunda barındıran The Boys Next Door ve arkasından Birthday Party grupları ile arz-ı endam eder yine o sıralarda müzik dünyasına. Dağınık, siyah saçları göğsünde kocaman harflerle yazılı ‘cehennem’ kelimesi ve alameti farikası haline gelecek tehlikeli şarkı sözleriyle.
O anlatır, biz dinleriz
Dayıcan bir mizacı vardır Nick Cave’in. Her gün görmediğiniz, kırk yılda bir evi ziyaret ettiğinde bir tuhaf bayram havası estiren. Sohbetine kulak vermek için can attığınız. Ağzından her çıkana dikkat kesildiğiniz. Tehlikeli, hayırsız ama sevilmeden de edilmeyen bireyi ailenin. Anlatacakları vardır, dinlersiniz. İnanırsınız ağzından çıkan her öyküye, şüphe ettirmez yaşanmışlıklarından. ‘Yok daha neler!’ demekten keyif alırsınız. Aşkları en çetrefillisindendir, ilişkiler kolay şeyler değildir ki zaten. Sonunda sevdiğini öldürmeye dahi varabilir işler. Ayrılıksa yıkımların şahıdır. Birliktelikse iki koskoca gezegen çarpışmış kadar gürültülü. Ayakları yere de basar, aklı karış karış havadadır da. Karanlıktır, gökkuşağı renkleri geçit töreninde olsa dahi karanlıktır. Şiddet, hiddet, tekin olmama kol (kola) gezer anlattıklarında. Bir bakmışsınız ruhani bir öyküye geçmiş bu kez. Tanrı ile ilişkisi nasıldır, nedir, ne kadardır çözmekte güçlük çekersiniz. O muğlaklık bakarsınız onun da hoşuna gidiyordur. Bilgi sahibi olduğundan eminsinizdir. Fakat anlattıklarının sadece o an, orada anlatmanın verdiği hazdan aldığı yetkiyle – zira anlatmaktan haz aldığı bellidir her halinden – abartıp abartmadığını, renklendirip coşturmadığını, olmamışları olmuş kılarak cümlelerine konu edip etmediğini anlayamamak müptelası olacağınız bir oyun haline dönüşür. O oyun katiyen onsuz oynanamayacaktır, bilirsiniz. Bir sonraki ziyareti dört gözle beklersiniz.
Beni Seviyor musun?
Kâh fevri kâh dayıcan, sıkça hoyrat, her dem bıçkın mizaçlar, hayırsız evlatlıklar... Şarkı sözlerinde zamanla iyice kendine haslaştırdığı, vokalinin yine kendine has (ve teatrel) vurgularıyla inandırıcı kıldığı tüm karanlık temaları bizzat hayatında da yaşadığı 80’ler: Adeta Turgenyev’in nihlist Bazarov’undan, Dostoyevski’nin Raskolnikov’undan, b filmlerin ürkütücü leş (ve keş) karakterlerinden, arka sokakların bilgele kaybedenlerinden derlenmiş bir sahne kimliği altında umursamaz, ne yapacağı belli olmaz bir adam. Umursamazlığı çok görmüş geçirmişlikten, çok okumuşluktan, çok bilmekten gelen, bu yüzden de isteseniz de istemeseniz de gözünüzde değer kazanan bir sanatçı. Blues’un kopkoyu kuyusundan çıkardıklarını gotik post punk’a bulayışı, cazın steril olmayan tarafıyla flörtleri, Latin Amerika gecelerini karnaval ışıklarından ‘beni seviyor musun?’ sorgu sualiyle arşınlayışıyla müzik dünyasında yerini sağlamlaştırır. 90’lardan itibarense daha geniş kitlelerce takip edilişi cinai baladları, gönül meseleleri, albümleri, şiirleri, senaryoları, film müzikleri, kitapları... Sadece Nick Cave imzasını bir yerinde taşıyan eserlerle (evet, eser demek en doğrusu olacak Nick Cave külliyatının genelinden bahsederken) uzun süreler geçirelebilmek, ıssız adaya düşüldüğünde (selfie çekemez, tweet atamaz bir ıssızlık kastettiğimiz) sadece onun işlerini yanımıza almanın kafi gelebileceğini bir müzikal, edebi, sinematik alem. Ucundan kulağından bulaşmanın da keyif vereceği ama tamamen içinde kaybolup gitmeyi hep cazip bulacağınız bir macera. Velhasılıkelam, son 40 yılın en mühim sanatçılarından biri Nick Cave - diyelim, ve devam edelim.
İyi ile kötü, yaşam ile ölüm arasındaki flu çizgiler üzerinde bazen öte tarafa bazen beri tarafa yalpalayıp saparak bu kadar çok eser vermiş bir sanatçının kendi oğlunun adeta bizzat yazacağı bir şarkının sözlerine konu edebileceği hazinlikteki ölümüyle yüzleştikten sonra çıkaracağı albümü merak etmemek güç. Hiçbir ebeveyn çocuklarından daha uzun yaşamak zorunda kalmamalı derler. Bir yandan da suçluluk hissetmek de mümkün. ‘Şimdi ne şarkılar yazmıştır Nick Cave’ gibisinden bir düşüncenin aklınızn ucundan geçme ihtimalinin verdiği rahatsızlık. Böyle bir hakkımız var mı? Sanatçıların böylesi travmatik deneyimlerden müthiş eserlerle çıktığını biliyoruz. “Yazarken kendimi sansürlemek, yaptığım bir şey değildir” diyen bir şarkı yazarından nasıl sözler dinleyeceğimiz merakı çok daha ağır basıyor. Ama hakikaten, buna hakkımız var mı? Ahmet Hakan misali bir ‘sadece soruyorum’ olarak burada bırakalım bu soruyu. Zira, soru üzerine düşünmek için biraz daha vaktimiz var.
İskelet Ağacı’nın altında
9 Eylül’de piyasaya (ve kulaklarımıza teşrif edecek) 16. Nick Cave & The Bad Seeds stüdyo albümü “Skeleton Tree”’nin kayıtlarına “Push The Sky Away”in turnesini takip eden günlerde Brighton’da başlanmış. Cave’in 22 şehirlik Kuzey Amerika turnesi esnasında yaptığı seyahetlerde bindiği uçaklarda verilen ‘sick bag’lerin üzerine yazdıklarını toparladığı kitabı “The Sick Bag Song” yayımlanıyor. Yani, bildiğimiz, alışık olduğumuz Nick Cave üretkenliği, temposu. Fakat işte her şey, bu yazıya da başlangıç cümlelerinden itibaren konu olan ölüm, “Skeleton Tree”nin de kayıtlarını ‘ileri bir tarihe’ ve yere erteletiyor. Albüm ancak 2015 sonbaharında Fransa’da tamamlanabiliyor.
Sekiz yeni şarkı dinleyeceğiz Nick Cave’den bu kez. Ama sadece bununla sınırlı kalmayacak bu ayki Nick Cave mesaisi. Zira albümle beraber, albümden hemen önce çeşitli sinemalarda gösterilecek “One More Time with Feeling” adlı bir film de mevcut. The Assassination of Jesse James by the Coward Robert Ford ve Killing Them Softly filmlerinden anımsayacağınız yönetmen Andrew Dominik, bize hem yeni albümün kayıtları hem de Cave’in halet-i ruhiyesine dair siyah-beyaz ve 3D ipuçları verecek. Dominik’in anlattıklarına bakılırsa Nick Cave kendisine oğlunun ölümünün hemen akabinde bu film için teklifte bulunmuş. Cave, söyleme ihtiyacı duyduğu şeyler olduğunu, ama bunları kime söyleyeceğini bilemediğini anlatmış Dominik’e. Ortaya “One More Time with Feeling” (bir kez daha bu kez duyguyla şeklinde çevirebileceğimiz) film çıkmış. Albümün şarkılarının de prömiyerini film gösterimleri vesilesiyle yapacağını, bu yüzden bu satırlar yazılırken albümden herhangi bir şarkı dinleyemediğimizi de buraya not düşelim. Ve filmin fragmanında işittiğimiz şu cümlelerle “Skeleton Tree” için merakla gün saymaya devam edelim:
“çoğumuz değişmek istemeyiz,
gerçekten yani, neden değişelim ki?
yaptığımız şey, orijinal model üzerinde birtakım tadilatlara gitmektir.
peki ama böyle feci bir olay yaşandığında ne olur?
değişiverirsin. bilinen birinden bilinmeyen birine dönüşürsün.
aynada kendine baktığında, gördüğün insanı tanırsın
ama o derinin altında farklı biri vardır artık.”
Yorumlar