Kendini imhayla geçen bir ömür
Hollanda 1988.
Mayıs ortası. Sabaha karşı üç buçuk.
Bir adam kaldırımda yatıyor, zayıf mı zayıf, başı kan içinde. Üzerinde kimlik yok.
İlk intiba camdan düşüp başını kaldırıma çarptığı için öldüğü yönünde. Biraz daha olay yeri incelemesi yapılınca anlaşılıyor ki yerde yatan beden bir eroin bağımlısı. Pek çok defa denk geldikleri cinsten bir bağımlı intiharı olduğunu düşünüyor polis. Kaldığı otel odasının camından atlayıvermiş işte. Buraya kadar demiş. Durum üç aşağı, beş yukarı böyledir hakikaten. Tek farksa, yerde yatan cansız bedenin birkaç gündür ortalıkta olmadığı vereceği konserin saati gelene dek fark edilmeyen trompetçi Chet Baker’a ait oluşudur. 58 yıllık ömrü o kaldırımda nihate ermiştir. Etrafında ömrü boyu etrafında dans edip durduğu ölüm, bu kez ayağına son kez basmıştır.
Kuzey Amerika’nın göbeğinde Oklahoma’da doğar Chet Baker. Müzikle arası gayet iyi, ikisi de enstrüman çalan bir anne babanın çocuğudur. Batı sahilinde, Los Angeles’ta büyür. Müzik kulağı çok iyidir. Hemen dikkat çeker. Okul bandosunda da, askeri bandoda da trompet çalar. 20 yaşına geldiğinde, takvimler 1949 yılını gösterirken, hayatının birkaç dönüm noktasını peş peşe yaşar. Biri, Miles Davis’in 78 devir plaklarından dinlediği kayıtlardır. Miles Davis efsanesinin doğuşunu işitir, işitir işitmez de ‘hastası’ olur. Diğeri, Charlie Parker’ın dehasını sahnede konuşturduğu bir konseri izleyişi olur. Parker’ın alkol ve eroin bağımlılığın emarelerinin açıkça müziğine, müzisyenliğine yansıdığı zamanlardır.
Ama belki de Chet Baker’ın tüm hayatına yön verecek esas dönüm noktası o yıl bünyesine ilk defa enjekte ettiği eroin olur. Yeteneği Dizzy Gillespie, Charlie Parker ve Dave Brubeck gibi ‘baba’ cazcılar tarafından tescillenince Baker’ın kariyeri müthiş bir ivme kazanır. Yakışıklıdır, yeteneklidir, ve o günlerin Amerika’sının keskin ırk ayrımı zihniyetinin engelini aşacak kadar beyazdır.
Yürek teli titreten melodileri duyar dinleyici Baker’dan, şarkı da söyleyebileceğini ispatlar en afili şekillerde. Pop müziğe alışkın kulakları da caz severleri de ihya eder üflediği notalar. Sakin, huzur verici, aşka teşvik eden bir müzik icra eden bu adam, tam tersi bir hayat sürer. Kendini, acımasız bir imha işlemine tabi tutar tüm kariyeri boyunca. Bir noktadan sonra konserler, turneler onun için sadece bir sonraki dozu satın alacak parayı kazanma aracı haline gelir. Kendinden intikam alır gibidir. Hapse girer çıkar. Mal tedarik etmek için daldığı arka sokaklarda ön dişlerini kaybettirecek kavgalara karışır. Kadınlarla ilişkileri de bu rutini bozmaz. Onları çok sever, ama çok da nefret eder. Ne sevgisini ne de nefretini göstermekten
Tipik bir 27 yaşında hayata veda eden rock yıldızı hikayesine dönüşmez ama hayatı. Bir şekilde tutunur, bırakmaz. Bağımlılığını kabullenir, onunla yaşamayı öğrenir. Amerikalılarda hayal kırıklığı yaratır. Bağımlılığından, af dileyerek kurtulmaya çalışmaması tabiri caizse, deli eder onları. 50’lerde kraldır, 60’lardaysa başı sürekli belada. 70’leri Avrupa’da onu bağrına basan caz dinleyicisiyle geçirir. 80’lerdeyse Elvis Costello gibi sanatçıların ona gösterdiği alaka sayesinde bir nevi iade-i itibara kavuşur.
Mayıs ortası. Sabaha karşı üç buçuk.
Bir adam kaldırımda yatıyor, zayıf mı zayıf, başı kan içinde. Üzerinde kimlik yok.
İlk intiba camdan düşüp başını kaldırıma çarptığı için öldüğü yönünde. Biraz daha olay yeri incelemesi yapılınca anlaşılıyor ki yerde yatan beden bir eroin bağımlısı. Pek çok defa denk geldikleri cinsten bir bağımlı intiharı olduğunu düşünüyor polis. Kaldığı otel odasının camından atlayıvermiş işte. Buraya kadar demiş. Durum üç aşağı, beş yukarı böyledir hakikaten. Tek farksa, yerde yatan cansız bedenin birkaç gündür ortalıkta olmadığı vereceği konserin saati gelene dek fark edilmeyen trompetçi Chet Baker’a ait oluşudur. 58 yıllık ömrü o kaldırımda nihate ermiştir. Etrafında ömrü boyu etrafında dans edip durduğu ölüm, bu kez ayağına son kez basmıştır.
Kuzey Amerika’nın göbeğinde Oklahoma’da doğar Chet Baker. Müzikle arası gayet iyi, ikisi de enstrüman çalan bir anne babanın çocuğudur. Batı sahilinde, Los Angeles’ta büyür. Müzik kulağı çok iyidir. Hemen dikkat çeker. Okul bandosunda da, askeri bandoda da trompet çalar. 20 yaşına geldiğinde, takvimler 1949 yılını gösterirken, hayatının birkaç dönüm noktasını peş peşe yaşar. Biri, Miles Davis’in 78 devir plaklarından dinlediği kayıtlardır. Miles Davis efsanesinin doğuşunu işitir, işitir işitmez de ‘hastası’ olur. Diğeri, Charlie Parker’ın dehasını sahnede konuşturduğu bir konseri izleyişi olur. Parker’ın alkol ve eroin bağımlılığın emarelerinin açıkça müziğine, müzisyenliğine yansıdığı zamanlardır.
Ama belki de Chet Baker’ın tüm hayatına yön verecek esas dönüm noktası o yıl bünyesine ilk defa enjekte ettiği eroin olur. Yeteneği Dizzy Gillespie, Charlie Parker ve Dave Brubeck gibi ‘baba’ cazcılar tarafından tescillenince Baker’ın kariyeri müthiş bir ivme kazanır. Yakışıklıdır, yeteneklidir, ve o günlerin Amerika’sının keskin ırk ayrımı zihniyetinin engelini aşacak kadar beyazdır.
Yürek teli titreten melodileri duyar dinleyici Baker’dan, şarkı da söyleyebileceğini ispatlar en afili şekillerde. Pop müziğe alışkın kulakları da caz severleri de ihya eder üflediği notalar. Sakin, huzur verici, aşka teşvik eden bir müzik icra eden bu adam, tam tersi bir hayat sürer. Kendini, acımasız bir imha işlemine tabi tutar tüm kariyeri boyunca. Bir noktadan sonra konserler, turneler onun için sadece bir sonraki dozu satın alacak parayı kazanma aracı haline gelir. Kendinden intikam alır gibidir. Hapse girer çıkar. Mal tedarik etmek için daldığı arka sokaklarda ön dişlerini kaybettirecek kavgalara karışır. Kadınlarla ilişkileri de bu rutini bozmaz. Onları çok sever, ama çok da nefret eder. Ne sevgisini ne de nefretini göstermekten
Tipik bir 27 yaşında hayata veda eden rock yıldızı hikayesine dönüşmez ama hayatı. Bir şekilde tutunur, bırakmaz. Bağımlılığını kabullenir, onunla yaşamayı öğrenir. Amerikalılarda hayal kırıklığı yaratır. Bağımlılığından, af dileyerek kurtulmaya çalışmaması tabiri caizse, deli eder onları. 50’lerde kraldır, 60’lardaysa başı sürekli belada. 70’leri Avrupa’da onu bağrına basan caz dinleyicisiyle geçirir. 80’lerdeyse Elvis Costello gibi sanatçıların ona gösterdiği alaka sayesinde bir nevi iade-i itibara kavuşur.
Yorumlar